KÜÇÜK BALIKLARA DAİR 2: KARADA YÜRÜYEN BALIKLAR

Bu seri, 2008 yılında izlediğim bir belgeselin konusundan etkilenerek ‘şu anda farklı yerlerde, benimle aynı şeyi izleyenler neler yaşıyor ve düşünüyor acaba?’ sorusunun ilhamı ile ‘KÜÇÜK BALIKLARA DAİR’ başlığı altında kaleme aldığım: ‘SUDAN KAÇAN BALIKLAR’, ‘KARADA YÜRÜYEN BALIKLAR’ ve ‘SUDA BOĞULAN BALIKLAR’ adlarında 3 farklı öyküden oluşuyor. Bilgisayarda durmasın, sizlerle de paylaşayım istedim.

KARADA YÜRÜYEN BALIKLAR

Vildan Çetin 2008

Beklemekten sıkılmıştı. Oysa toplantı dörtte başlayacaktı. Sinir oluyordu toplantı saatlerinin akşama kaymasına. “Tam Türk usulü iş; Kaya kaya gidiyoruz. Herkes bulduğuna kayıyor. Biri geç kalıyor, ötekilerin tüm işleri aksıyor. Umurlarında mı sanki, beklesin dursun kule köleleri. Biraz mızıldansan hemen göze batarsın. Onlara göre, işten daha ne önemli ne gibi başka bir işimiz olabilir ki?” dedi kendi kendine söylenerek. Kendisine ve kendisini gibi bu apartman bozması, Amerikan özentisi gökdelenlerlerde çalışanlara “Kule köleleri” adını takmıştı. Eski zaman masallarında kuleye kapatılan şehzadeler gibi hissediyordu. Şehzade olsa sevinecekti hani. Kral babası tarafından, halk içinden seçtiği sevgilisinden vazgeçmesini sağlamak için kuleye kapatılan güzel prenses tanımlaması daha uygun düşüyordu tabi. Babasının inadı olmasa paşa paşa aile şirketlerinin başına geçeçek, böyle abuk sabuk adamların ağız kokusunu çekmeyecekti. Ne alem adamdı şu babası! “Ben Gaziantep Garı’nda şerbet satarak başladım işe. Öyle tepeden inme patron olunmaz. Önce işçi olmanın neanlama geldiğini öğren, sonra nasılsa patronluk koltuğuna geçersin. Kaçan giden bir şey yok!” demişti son konuşmalarında. Bankanın genel müdürü babasının yakın arkadaşıydı. Zamanında yemek masasında denk gelmişlikleri, sohbetleri olsa da hiç yüz vermiyordu. “Kesin bizim bunağın marifetidir bu” diye düşünüyordu. Geçen hafta, bir gün izin istemişti, yani bir güncük izni bile çok görmüştü herifçioğlu! Ne güzel Cuma’dan Uludağ’a gidip şöyle ağız tadıyla kayak yapacak dinlenecekti. Gidememişti. Bütün arkadaşları oradaydı halbuki. Cuma iznini bırakın bir de üstelik, cumartesi sabahına toplantı koymuşlardı. Kıllığına yapıyorlardı sanki sıkıntıdan patlasın, daha fazla dayanamayıp çeksin gitsin diye.

Toplantı en iyi ihtimalle beşte başlasa, iki bilemedin iki buçuk saat sürse, saat yedi olacaktı. Yediden sonra spora git, hazırlan, hatunu evden al, yemeğe çıkart… Hem bu gece “Dream Bar”da, Ali Süha Beybaloğlu’nun özel partisi vardı. En iyisi sporu ekmekti bir geceliğine. Eliyle karın kaslarını yokladı. Taştı mübarek taş!  Üf ya deli olacaktı. Cuma günü o saatte ne toplantısıydı bu. Cep telefonu çalıyordu. Arayanın numarası görünmüyordu. Tipik güvensizlik belirtisi. Ne gizliyorsun kardeşim numaranı, çekindiğim bir şey mi var? Bazı tipler numaralarını özellikle gizliyorlardı. Düşünsenize, numaranı görüp özellikle açmayabilirdi karşı taraf, bu şekilde refüze edebilirdiniz ve oturup eşek gibi beklerdiniz -beklemek zorundaydınız, yüzsüzlük huyunuz yoksa tabii- karşı tarafın geriye dönmesini. Özellikle kadınlar yapıyorlardı bunu. Gizli numaradan arıyorlardı ki canınız çekmeyip geriye dönmesseniz havaları kaçmasın. Gecenin bir yarısında, numarasını görmediği ya da müsait olmadığı için açmadığı bir telefonun kimden geldiğinden adı gibi emin oluyordu kimi zaman ama boş bulunup “Beni sen mi aradın dün gece” diye geri aradığında, alacağı yanıtları da biliyordu.Kimse burnundan kıl aldırmıyordu. Kimse dürüst değildi. Akıllanmıştı. Kimseye sen mi aradın diye sormuyor, tekrar aramalarını bekliyordu. Aramak ve konuşmak isteyen nasıl olsa arar ve konuşurdu. Bazen de, sapığın biri arıyor -belki bir kişi değildi birkaç farklı kişiydi arayanlar –  iki üç dakika dinledikten sonra konuşmadan telefonu kapatıyordu. Asım’a göre eski kız arkadaşlarından, hala gönül yarası olanlar çekiyordu bu sessiz numaralarını. Dinlemek, bir bakıma çevreyi kolaçan etmekti. Gezip tozuyor musun, mutlu musun, yanında biri mi var, evde oturmuş onu mu düşünüyorsun? Bu kadınlar öyle ince ayrıntılara, abuk sabukluklara kafayı takıyorlardı ki! Ne kadar kafa yorsa, bir türlü yaptıklarına anlam veremiyordu. Ona kalsa, bu tür numaralara hiç gerek yoktu. Bir adam bir kadınla ya sevdiği ya da en azından hoşlandığı için beraber olurdu. E beraber değillerse, demek ki artık o kadını yanında görmek istemiyordu. Neden zırt pırt acemi hafiye modeli arayıp insanın huzurunu kaçırıyorlar, kafasını meşgul ediyorlardı? Anlamıyordu. Bu işin başka boktanlıkları da yok değildi. Diyelim ki yeni kız arkadaşınla romantik bir yemektesin, zır telefon. Dinliyor, dinliyor… Kapatıyor. Kız uyuz oluyor tabii. Binbir soru, binbir senaryo. Çık işin içinden çıkabilirsen. Al sana değişik senaryolar üretmek için bahane. Kadınlar, süsten püsten vakit bulup şu yazdıkları senaryoları, hikayeleri yayınlasalar, Shakespeare’i bile sollarlardı vallahi. Ayrıca bu kız meselesine çok da takılmamak gerekiyordu. Etrafta kızdan bol ne vardı sanki. Hem zaten öyle tuvalete beraber, sinemaya beraber, spora beraber, yemeğe beraber, yatağa beraber yapış yapış -ay aman Allah yazdıysa bozsundu, düşüncesi bile içine sıkıntılar getiriyordu- kimilerinin söylediği gibi derin bir ilişkiye girmeyi de istemiyordu. Yani en azından şimdilik. Şunun şurasında otuz bir yaşındaydı ve ciddi bir ilişki için daha çok erkendi. Kırklarına doğru karşısına biri çıkarsa evlenmeyi düşünürdü. Hem de daha iyilerini bulurdu o zaman. Ne de olsa o zaman, TarakçılarHolding’in başında olacaktı. Şimdi de çoğu kız bu veliaht durumlarından etkilenmiyor değildi hani. İşin aslı, şimdiki zamanda kızlar, özellikle erkeklerin bu taraflarıyla ilgileniyorlardı. Yani paran varsa hatun da boldu. Babasına kıl olduğu bir başka mevzu da para işiydi. Adam takmıştı bir kere, kartında ufak bir ekstra harcama görse “kendi paranı harcayacaksın, hesabını kitabını bilecek, bol keseden atmamayı öğreneceksin” diye hönkürüyordu. Maaşı dışında zırnık koklatmıyordu. Durumunu bilmeyen ve asla bilmeyecek olan hatunlara da ayıp oluyordu. Sanıyorlardı ki para bok ama o harcamıyor. Pinti. Koskaca Tarakçılar Holding’in veliahtının altında kıçı kırık bir otomobil olursa gittikleri restoranlarda, kulüplerde adam gibi bahşiş bırakamaz dolayısıyla yeterince itibar görmezse olacağı da buydu zaten. Telefon hala çalıyordu. Açtı. Karşı taraf konuşmuyordu. Dinledi… Dinledi… Dinledi. Ve kapadı. Uyuz olmuştu yine. Kim yapıyordu bu saçmalığı ya. Öf saatte beşe gelmişti. Sekreterini aradı. Toplantı ile ilgili hala bir haber yoktu. İnternete girdi. Belgesel programlar yayınlayan kanallara bakınmaya başladı. En sevdiği kanallardan birisinde, Afrika’daki bataklıklarda yaşam savaşı veren hayvanlarla ilgili bir belgesel vardı. Cep telefonu yine çalmaya başladı. Beklemeden açtı. Kısa bir suskunluktan sonra, telefonun diğer ucundan nihayet bir ses geldi. “Merhaba, hatırladın mı ben Banu?” dedi cılız bir ses. Ha siktir. Koltuktan düşecekti neredeyse. Karıyla bir ay: Lan! Epi topu bir ay takılmıştı ve hamileydi. Var ya, babası duysa anasını beller, evlatlıktan red ederdi. Halbuki sormuştu o tıfıl kenar mahalleli kıza “korunuyor musun” diye. “Korunuyorum. Senin gibilerden korunmak lazım” diye yanıt vermişti kız. Ya ne bilsindi şakadan öyle söylediğini. Bir de utanmadan “ne yapacağız şimdi” diye soruyordu. “Hemen nüfus cüzdanını getiriyorsun, ivedilikle işlemlere başlıyor ve yarın evleniyoruz. Ha unutmadan bebek odası sence renk olmalı? Kız olursa Aslı, erkek olursa Ulubatlı koyalım mı adını? Belki de ikiz olur, ne güzel olur!” mu demesini bekliyordu? Anlamamıştı! “Aldıracağız” tabii ki dediğinde kız ağlamaya başlamıştı. Neden zırlıyordu bu kız anlayamıyordu. Kıza aşık değildi bir, hatta kızın nasıl bir şey olduğunu bile unutmuştu bu iki, üstelik kızın ailesi sıradan bir memur ailesiydi etti mi üç. Haydi hepsini geç, bu yaşta baba olmaya hiç niyeti yoktu. En iyi hastane neresi, en iyi doktor kim sorup soruşturacak ve bu can sıkıcı iş, en mükemmel şekilde halledilecekti. Kıza bir zarar gelsin istemiyordu. Hayvan, düşüncesiz ve sorumsuz bir herif değildi. Hayvanlık mayvanlık falan bir kenara, bir de unutmamak gerekiyordu ki bu tip kızların sağı solu hiç belli olmazdı. İşin ucunda koskoca bir holdingin veliahtının çocuğunun annesi olmak vardı. Tutturabilirdi de doğuracağım diye. İşi sağlam tutmak gerekiyordu. Kızı evinden alacak, elinden tutup doktora götürecek, sonra da kendi elleriyle evine bırakacak ve böylece de sorun hallolacaktı. Gerekirse zorla götürür, ama illaki o hastaneye götürür ve işini hallettirirdi. Önce güzel bir dille anlatır, baktı olmuyor herkese rezil olursun çocuğu kabul etmem diye tehdit eder, hala ısrar ederse de saçından tutar zorla götürürdü hastaneye. Ama illa götürürdü.

 

Belgeselde, bataklıkta yaşam savaşı veren balıklardan bahsediliyordu. Ne enterasan hayvanlar vardı şu dünyada. Bak sen Allah’ın işine. Balıklar suların çekileceğini anlayınca sudan kaçıyor, karada yaşamaya başlıyorlardı. Her şartta ve durumda hayata adapte oluyorlar, yaşamlarını hiçbir şey yokmuş gibi sürdürebiliyorlardı. Bu tehlikeyi farketmeyen balıklar da vardı. Ne yazık ki sular tamamen çekildiğinde ölüyordu bataklıkta yaşamaya devam edenler. Kendilerine yeni yaşam alanları yaratmayı ya da değişen, değişebilecek durumlara karşı adaptasyonu beceremeyenler.Kaderlerine razı olanlar. Balıklar, hiçbir şey yokmuş gibibir güzel hoplaya zıplaya karada da yaşıyorlar, hatta yürüyorlardı! Ne ilginç şeyler oluyordu şu dünyada. Seneye tatile Afrika’ya gikmek enteresan olabilirdi. Cep telefonu çaldı. Dünyalar güzeli sevgilisi arıyordu. Paşa paşa numarası görünüyordu ekranda.  “Akşama kaçta alacaksın, yemeği nerede yiyeceğiz” diye soruyordu. En iyisi bu gece İtalyan’a takılmaktı. Partiden evvel iyi giderdi. Aslında bu ara fizyon suşi olayı iyi patlamıştı da aldığı haberden sonra hiç havasında değildi. Cep telefonu yine çalıyordu. Ekranda görünen numaraya baktı. Numara tanıdık gelmedi, cep telefonu numarası da değildi. Telefonu açtı. Arayan Banu’nun bir arkadaşıydı. 

Bu kızlar kafayı peynir ekmekle yemişlerdi. Şimdi, işini gücünü bırakıp Banu Hanım’ı teselliye gitmesi gerekiyordu.  Telefondaki kız Banu’un yakın arkadaşlarından biriydi. Banu Hanım’ın morali çok bozukmuş, kendini çok kötü hissediyormuş, çok korkuyormuş falan filan. Evet. Durum gerçekten sinir bozucuydu. Gerçek şu ki yapacak bir şey yoktu.Banu’nun yanına gitse ne olacaktı? Neden teselliye ihtiyacı vardı bu kızın bir türlü anlam veremiyordu. Bir ayda kim kimin neresine aşık olabilir, sevebilir, ölüp bitebilirdi. Öyle demişim böyle söylemişim. Salak mısın kızım her erkek bir kızla takılmaya başladığında böyle atar tutar, yazardı işte kendince. Bu yeni bir şey değildi ki! İnanmasaydı o da her söylenene. Tamam başına gelen olay kötüydü, kendini iyi hissetmemesine de diyeceği yoktu, iyi de bu dünyada ilk kez onun başına gelmiyordu. Abartmamalıydı, dramatize etmemeliydi bu durumu.Hem yalnız bırakmıyordu ki. Çözümü vardı nasılsa. Bir iki ay ağlar sonra unuturdu. Daha ne yapabilirdi? En iyihastaneye götürecek, yanında olacaktı işin başından sonuna değin. Gerekirse; çok gerekirse yani biraz para falan da verirdi. Olayın sıkıntısından daha çabuk kurtulmak için biraz alışveriş yapar, telefonda konuşan kız arkadaşı ile tatile giderdi belki bir yerlere. En iyisi onun sormasına fırsat vermeden biraz para teklif etmekti. Nasıl olsa unuturdu olanları bir süre sonra. 

Cep telefonu çaldı yine. Arayan Asım’dı. 20 yıllık arkadaşıydı. Çok yakındılar birbirlerine. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Anlatmalı mıydı acaba ona başına gelenleri? Vazgeçti. Ne kadar az insan bilse o kadar iyi olurdu. İnsanlık hali zamanın ne göstereceğini kimse bilemezdi. İleride bozuşabilirlerdi. En iyisi kimsenin eline koz vermemekti. Asım spor salonundaydı. Spora gelmediğini görünce merak etmişti. “Sesi iyi gelmiyordu, iyi miydi, işte sorun falan yoktu değil mi, akşamki partiye gelecek miydi? “Toplantıya çağıracaklar diye burada pinekliyorum. Nazlı’yla İtalyan’dan sonra takılacağız partiye” diyerek toparladı durumu. Dahili hattı çaldı. Sekreteriydi arayan. Toplantı yarın sabah dokuza ertelenmişti. İki saattir burada boşuna pineklemişti yani. Bu gece eve dönmesi iyi bir ihtimalle dördü bulacaktı. Nazlı ile dönerlerse altıya kadar zor uyurdu. Yine iki saat uykuyla toplantıya katılacak demekti bu. Geçen hafta da aynı şey olmuştu. Hem Uludağ’a gidememiş hem de sabahın köründe toplantıya katılmak zorunda kalmıştı. Öf iyice baymıştı son zamanlarda hayat. Babasıyla konuşmaya karar verdi. Amerika’da okulu bitirip döneli üç sene olmuştu. Hala elalemin yanında sürünüyordu. Yarın kesin konuşacaktı. Akşam yemeği bu iş içim çok uygundu. Gündüzden annesini de organize etti mi, işlem tamamdı. Bu fikir çok cazip geldi. Ablasıyla eniştesini de çağırırdı. Eniştesi de sıkılmıştı, karısının babası koskoca bir holding sahibiyken üç kuruşa milletin yanında sürünmekten. Masasının üstünü toparladı. Bilgisayar ekranına baktı göz ucuyla. Belgesel hala devam ediyordu. Sıra bataklık yengeçlerine gelmişti. Yengeçler her zamanki komik yürüyüşleriyle, hem dünyaya “var mı bana yan bakan” dercesine meydan okuyan bir tavırla yan yan yürüyerek, hem de kendilerini bataklık kuşlarına leziz bir ziyafet olmaktan korumaya çalışarak yan yan yürüyerek; ancak herşeye rağmen, ne olursa olsun yürümekten vazgeçmeyerek sığınacak bir yer arıyorlardı. “Vay be, ne olağanüstü olaylar oluyor şu dünyada. Ve biz çok azından haberdarız” diye hayretle ekranda ilerleyen yengeçlere baktı son kez. Bilgisayarını kapattı. Ceketini giydi. Odasından çıktı.

@faulksie

About Vildan Çetin

instagram: _vildancetin_ beynelhayat velmemat... writer; published 2 books from sacred life trilogy: the origin, the voice. trtcocuk cartoon serial ciciki's script&jingle, tik&tak cartoon series, neşeliçocuklar youtube, advertiser, brand strategist, content developer, youtuber, documentary
Bu yazı taze diş macunu içinde yayınlandı. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Yorum bırakın