İçinden Şehir Geçen Ev

(3/ÜÇ adlı öykü kitabım için EV başlığı altında 2003 yılında yazdığım 3 öyküden ilki)

Sükût orucundayım son bir haftadır. Gerekmedikçe konuşmuyorum. Gerekirse… Çok gerekliyse konuşmam birileriyle, şehir konuşuyor adıma. Çenesi düşük hiç susmuyor bu aralar. Vakitli vakitsiz, sorgusuz sualsiz dalıyor kendimle kurduğum muhabbetin ortasına. Oysa bir başıma kalıp düşünmek istiyorum. Ne mümkün! Susmaktan bi’haber bu şehir varken tepesinde, insan nasıl kalır yalnız. Hele bu ev. Hele bu ev. Bıktırıcı. İçinden şehrin geçtiği bir ev hayal edin. Her an yaşayan bir ev. Şehrin en işlek, uykusu asla gelmeyen caddesinin orta yerinde bir ev hayal edin; camları kapıları eskilikten tam anlamıyla kapanmayan bir ev. Beynimi düzüyor durmamacasına…

Son bir haftadır gözyaşı medeniyetimde saklanıyorum. Bugün, 11 Eylül Perşembe 2003. Hicri: 14 Recep 1424. Rumi: 29 Ağustos 1419. 1944’te Rus ordularının Varşova’ya girdiği gün. Vay be ne bilgili… Ansiklopedi gibi adam demeyin. Hiç sevmem okumayı. Yazmayı. Alim kılıklı, çok bilen beyinli insanları. Amma da havalıdırlar değil mi? ‘Siz de çok okumuşsunuz, her konuda ne çok bilginiz var. Harika bir şey!’ deyince hemencecik havaya girerler, şişinirler. Şişindiklerinin çakılmadığını sanırlar bir de. Hiç sevmem o tipleri. Okumakla, yazmakla adam olunmaz benim kitabımda. Yaşamakla olunur. Yaşayacaksın kardeşim. Acıysa, çekeceksin. Açlıksa, aç kalacaksın. Sıkıntıysa, en derininde hissedeceksin. Adamın biri oturmuş fakirlik edebiyatı yapmış, diğeri büyük bir aşktan bahsetmiş, başka biri de savaşı yazmış. Yaşamış mı? Yok. Okumuş. Hayal etmiş. Yazmış. Bu yazar çizer takımı arasından en iyileri yaşamış, okumuş, yazmışlardan çıkar. Gerisi hikaye! Hele çok okuyanlar. Okurlar da babam okurlar. Onlar kadar korkanı yoktur hayattan. Okurlar ki, yaşamasınlar. Yapacak bir şeyleri olsun. Yaşamak zorunda kalmasınlar. Tıkılsınlar evlerine, odalarına yani kendi dünyalarına. Temiz temiz yaşasınlar. Kir pas girmesin akça pakça beyinlerine, semirmiş ruhlarına. Rahat batar böyle tiplerin kıçlarına. Rahat batmaz da sanırsam daha çok aşağılamak için okurlar çevresindekileri. Gitsinler, kafası basmayanlara yedirsinler numaralarını. Yahu, insan, gerçekten aç kalmadan anlayabilir mi açlığı? Midesi önce bulanıp, ardından gurul guruldamadan, açlıktan kusacak gibi olmadan? Ve bu ses çevreden duyuluyor mu diye endişelenmeden? Sonra bir ara, bir daha hiç acıkmayacakmış gibi hissizleşip aniden çılgınca yeme isteği duymadan açlığın ne olduğunu hissedebilir mi? Açlığı; açı, anlar mı okuyan?  

Yapraklı maarif takviminde yazıyor tüm bunlar. Orada okudum. ‘Gözyaşı medeniyeti’ tamlaması da oradan, takvimden çalıntı. Ben bulmadım. Okuyunca hoşuma gitti. Aklımda tuttum, işte o kadar! Ev, hiç susmadı bugün. Dat… Dut… Zart… Zurt… Otomobiller, kamyonlar, kornalar, frenler, insanlar, konuşmalar, koşuşturmalar, bağırışlar, çığlıklar… Pompalı bir tüfek alıp hepsini mimlememe az kaldı. Sabretmeye çalışıyorum. Neyse ki cumaya girdik. Saat, bire geldi. Ver elini cumartesi. Oh be nihayet Pazar geliyor! Pazar olsa da biraz soluklanabilsem. En iyisi nüfus sayımı yapılması yakınlarda. Ne bir otomobil, ne bir insan sesi… Şahane olur sayım günleri. Dört senede bir. Ne yapalım. Olmamasından iyidir. Ha, bir de seçim günleri var. Eskiden nasıl da sıkıydı devlet babacığımız. Korkardı insanlar sokağa çıkmaya. Şimdi, kimsenin kimseyi iplediği yok. Ne biçim devlet bu anlamıyorum. Okuyup yazan fazlalaştıkça, devlet de bozuldu. Bir özgürlük teranesi tutturmuş gidiyor herkes. Kurallar buhar olup uçtu. Gavur devletlerinin cıvatası, bu okuyanlar, yazanlar yüzünden gevşeyip çıkmadı mı sanki yerinden. Bizi de kendilerine benzetmek istiyorlar. Bir oyun bu! Kahpe bir oyun! Nedir ki özgürlük dediğin? Canı çeken, istediğini yapsın. İsteyen istediği lakırdıyı etsin. İstediği vakitte atsın kendini sokağa. Karmaşıklık çıksın. Huzur muzur kalmasın evlerde. 

Ben küçükken, küçücük bir çocukken güzeldi bu ev. Pencereler de kapılar gibi sıkıca kapanırdı. Akşam yemeklerinde çeşitten geçilmezdi sofrada. Bu kadar insan fazlalığı, otomobil, gürültü yoktu. Yoktu tabii. Olsa da evimizin gürültüsü bastırırdı dışarıdan gelen sesleri. Kapanmaz mıydı camlar, kapılar o zamanlar da sıkıca? Neden kapanıyormuş gibi hatırlıyorum kapanmıyorsa? Kapanıyordur. Kapanıyordur.  Marangoz çağırıp törpületsen geçer dedi kapıcı. Kim uğraşacak marangozla, törpüyle. Yayılacaklar evin içine babalarının malıymışçasına… Bir de arkadaş olmaya çalışacaklar gerekliymiş gibi. Laf almaya çalışacaklar ağzından dedikodu malzemesi yapmaya elaleme. Al başına belayı! On beş senedir tekim evde. Memnunum halimden. Şu son hafta olmasa memnuniyetim hiç bozulmayacaktı ama. Son bir haftadır her gece ağlıyorum. Gözyaşı medeniyetine de o yüzden takılıp kaldım. Takvim yaprağında ‘İslam’ın ilk dönem zahidlerinin en belirgin nitelikleri Allah korkusunun tesiri ile çok ağlamaları, çok mahzun olmamaları ve dünyaya hiç değer vermemeleri olduğunu… Bunlardan Veysel Karani’nin Allah’tan korktuğu ve utandığı için başını hiç semaya kaldırmayıp, çenesi göğsünde bitişik gezdiğini… ‘Ümmetin Rabbi’ diye tanınan Amir Bin Abdullah’ın çok ağlayıp geceleri ayakları şişecek kadar ibadet ettiğini… ‘Dünyayı üç talakta boşadım, ricat yok’ diyen ve ruhbanlar gibi ibadet ettiği için ‘Gulam’ adını alan Utbe Bin Eban’ın çok ağlayan bir zahid olduğunu… Biliyor musunuz?’ yazıyordu. Ben, Allah’tan utandığım için ağlamıyorum. Neden utanacakmışım? Beni o yarattıysa, üzüntülerimin sebebi de o olmalı. Neden, kimden utanacakmışım anlamıyorum? Hem kafana göre yarat. Bir dolu gereksiz özellikle donat ki canı çeksin, dayanamasın, günah işleyebilsin. Hem de istediklerini vermeyip süründür, sinir et. Acı çektir. Uyumlu bir uyuz fare gibi yaşamazsan deliğinde, cehenneme atarım haa diye tehdit et. Bunları, iyiliğin için yapıyorum diye de kendini haklı çıkar! Şahane vallahi. Kafasına göre davranıp da ceza almayan bir Allah var. Ama biz ne yapsak suç. Ağlıyorum. Son bir haftadır her gece! Ağlıyorum. Allah’tan utandığımdan, çekindiğimden değil. O kız yüzünden. Evin tam karşısında, Malibu Night Club’te çalışan kız yüzünden. Night Club’muş! Pavyon düpedüz. Desene adam gibi Pırlanta pavyon falan. Olmaz. Night Club. Kulübünüz batsın inşallah. Başınıza yıkılsın. Her gece ya kavga çıkar, ya  polis basar. Ya da iki ay önce olduğu gibi gözlerimizin önünde silahlar çekilip adam vurulur. En sakin gecesinde dahi bir olay vardır. Dünyanın sesini sonuna dek açmak gibi. Dünya külliyen seslerin içinde delirmiş gibidir. Polisler göz yumar her defasında. Zaten onlar aşağıdan karakoldan gelene dek, olay bitmiş olur. Devlet, devlet değil ki, polisi, polis olsun! 

Son bir haftadır her gece! Ağlıyorum. Şu adi pavyonda çalışan, sözde beş para etmez orospulardan biri bitirdi beni. Geçen haftadan beri dinmedi gözümdeki yaş.

Saatin bilincinde değildim çığlık çığlığa bir kadının sesiyle uyandığımda. Ellerimi başımın altına koymuş uyumaya çabalıyordum. Uykuya dalalı çok vakit geçmemişti. Gerçek dünyadan gelen bir ses gibi algılamadım ilkin. Rüyamda bir yerlerden geliyordu sanki. Çığlıklar, insanın ciğerini dağlayan feryatlara dönüştüğünde aniden yataktan fırladım.  Bir süre yatağımda oturup bekledim. Bir kadın ‘Gitme… Beni bırakma. Ne olur gitme Ali’m’ diye yalvaran bir sesle çığlık çığlığa ağlıyordu. Perdeyi araladım. Gayri ihtiyari pavyonun olduğu yöne baktım. Hava ha aydınlanmış ha aydınlanacaktı. Dizlerinin üstüne dua edercesine çökmüş kadının beline kadar uzanmış simsiyah saçları vardı. Önden bir kısmı at kuyruğu yapılarak toplanmıştı. Elleriyle yüzünü kapamıştı. Gece kulübünün ışıklı tabelasından yansıyan renkli ışıklar geziniyordu üstünde. Takım elbiseli bir adam -bu büyük ihtimalle gitmemesi için yalvarılan Ali Bey idi-dizlerinin üstünde yakarırcasına duran kadını, pis bir şeymiş gibi ayağıyla itirek düşürdü ve arkasına bakma zahmetine katlanmadan manda kasa Mercedes’ine bindiği gibi vınlayıp gitti. Kadın, yere kapaklanmış halde durduğu yerden ağlayarak yalvarmaya devam ediyordu.  Kelli felli iki yarma, bunlar pavyonun kapısını bekleyen fedailerdi, kadını kollarından tutup yerden kaldırmaya çalıştılar. Kadın, yere yapışmıştı. Koskoca iki adama aldırış etmeden ağlıyor, çığlıklar atıyor ‘Gitme Ali’m, ne olursun bırakma beni’ diye yalvarmaya devam ediyor, bir türlü kıpırdamıyordu yerinden. Ali gitmişti çoktan. Kadın vazgeçmiyordu.   

Röntgenleyebilirdim başka hayatları. Gizlice izleyebilirdim başkalarının yakarışlarını, yakarılan canavarların gidişlerini. Yakarabilirdim birine ‘Gitme!’ diye gizlice. Sadece, gizlice. Ama, açıkça, giden kimsenin ardından hüngür hüngür ağlayarak yalvaracak kadar cesur olamamıştım hiç. Ve hiç kimse, ardımdan hüngür hüngür ağlayarak ‘Gitme!’ diye yalvaracak kadar sevmemişti beni. Sevilmemiştim delice. Gerçekten sevmemiş de olmalıydım; başkaları ne der, ne düşünür diye utanmak gelebiliyorsa aklıma, giden aşkın ardı sıra ağlarken.  

Pişmanım. Çok geç. O gece aşağıya inmeliydim. Evet. Aşağıya inmeli ve o ciğeri beş para etmez orospudan, bana, utanmadan aşk dilenmeyi ve hüngür hüngür ağlamayı öğretmesini istemeliydim. Bir kadının; aşkınızı reddeden, duygularınızı zerre kadar umursamayan bir kadının yüzüne karşı, utanmadan, hiç kimseyi, hiçbir şeyi iplemeden, ‘Gitme’ diyerek yalvarmayı ve ağlamayı öğretmesini istemeliydim. Cesur olmayı öğretmesini istemeliydim.

Yapamadım. Hala ağlıyorum korkaklığıma! Yanıyorum.

Buna benzer bir sahneyi, Balalayka adlı filmde görmüştüm. Film ahım şahım bir şey değildi. Buna rağmen bir sahnesi aklımdan çıkmıyor. Bir takım adamlar, Rusya’nın ücra bir yerinden otobüsle, fahişelik yapmak üzere Türkiye’ye gelecek kadınları tek tek evlerinden topluyordu. Genç bir kadın, sevgilisiyle otobüsü bekliyordu. Otobüs geldiğinde, kadın binmeden evvel, sevgilisine döndü ve ‘Gitme de. Ne olursun, gitme de! Bırak kalayım.’ Diyerek gözyaşları içerisinde yalvarmaya başladı. Adam, tınmıyordu. Domuz gibi duruyordu kadının ve tüm otobüsün karşısında. Ne kadın yalvarmaktan, ne de adam kadınını fahişelik yapmaya göndermekten, fahişelik yapmamak isteyen kadınının herkesin gözü önünde kendisine yakarmasından utanıyordu.   

Sevmiyorum işte çok okuyanları. Yaşamadan yazanları. Hepsi benim gibi röntgenci, korkak, sinik! Hepsi hem de!..  Beynimin içindeki şehir, susmayan şehir, kalabalık bir caddeden ruhuma akan şehir, gülüyor halime. ‘Zavallı’ diyor kahkahalar atarak ‘Zavallı.  

O geceden beri ağlıyorum. Galiba hiç bitmeyecek de…

‘İçinden Şehir Geçen Ev’

About Vildan Çetin

instagram: _vildancetin_ beynelhayat velmemat... writer; published 2 books from sacred life trilogy: the origin, the voice. trtcocuk cartoon serial ciciki's script&jingle, tik&tak cartoon series, neşeliçocuklar youtube, advertiser, brand strategist, content developer, youtuber, documentary
Bu yazı taze diş macunu içinde yayınlandı. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

3 Responses to İçinden Şehir Geçen Ev

  1. Hülya Soyşekerci dedi ki:

    Ev öykülerini çok sevdim. ❤️

    Liked by 1 kişi

Yorum bırakın