KÜÇÜK BALIKLARA DAİR 1: SUDAN KAÇAN BALIKLAR

Bu seri, 2008 yılında izlediğim bir belgeselin konusundan etkilenerek ‘şu anda farklı yerlerde, benimle aynı şeyi izleyenler neler yaşıyor ve düşünüyor acaba?’ sorusunun ilhamı ile ‘KÜÇÜK BALIKLARA DAİR’ başlığı altında kaleme aldığım: ‘SUDAN KAÇAN BALIKLAR’, ‘KARADA YÜRÜYEN BALIKLAR’ ve ‘SUDA BOĞULAN BALIKLAR’ adlarında 3 farklı öyküden oluşuyor. Bilgisayarda durmasın, sizlerle de paylaşayım istedim.

‘SUDAN KAÇAN BALIKLAR’

Vildan Çetin 2008

Saat neredeyse öğlene geliyordu, o ise hala yataktaydı. İş güç olmayınca insan yataktan kalkmak da istemiyordu. Komidinin üzerinde duran sigaraya gitti eli. Bir sigara yakıp, derin bir nefes çekti içine. Bugün üçüncü gündü: Eğer bugünde aramazsa, üç gün olacaktı Leyla’sını görmeyeli… sesini duymayalı! İlişkileri ciddiydi. Evlenmek istiyorlardı. Her şey istemekle, dualarla olsaydı şu dünyada, köpeklerin duası kabul olur gökten kemik yağardı. Uzun zamandır konuşuyorlardı evlenme üstüne ama şu son olaylar işi iyice çıkmaza sokmuştu. Aynı mahallede büyümüş, aynı ilkokula gitmiş, aynı ortaokulda okumuşlardı. Babası ortaokuldan sonra Leyla’yı okutmamış, biçki dikiş kursuna göndermişti. Oda yapabileceğinin en iyisini yapıp meslek lisesine gitmişti. Teknik ressamdı. Zamanında, yani işi varken, biraz para koymuştu kenara köşeye. Evi geçindirme sorumluluğu üstünde olmasa, daha çok para biriktirebilirdi biriktirmesine e tabi yapacak birşey yoktu. Bir anacağı, bir de o vardı evde. Babası o askerdeyken göçüp gitmişti fani dünyadan. Leyla’sı aklına geldi yine. “Bir iki güne kalmaz ben seni ararım. Sen sen ol, sakın ola boş bulunup da arama, annem çok kızıyor” demişti. Ah bir arasa. “Boşver düğünü müğünü hemen evlenelim, kimse umurumda değil” diyecekti. Ah bir arasaydı! Son zamanlarda çok değişmişti. Dalıp dalıp gidiyordu. Uzak akrabalarının birinin oğlu istiyordu Leyla’yı. Babasının da gözü tutmuştu çocuğu. Kuyumcu dükkanları vardı Gazi Osman Paşa’da. Hali vakti yerinde bir aileydi. Leyla’nın da aklını çelmeye uğraşıyorlardı. Kimse bilmiyordu ki onların birbirleri için yaratıldığını. Batsın dı be bu dünya insan sevdiğinle olmayınca. Köpek gibi, Mecnun gibi seviyordu. Aklına acele yapılması gereken birşey gelmişçesine yataktan fırlarcasına kalktı, banyoya gitti. Yüzünü yıkadı. Aynaya, traşsız ve ıslak yüzüne baktı. Daha önce hiç hissetmediği duyguları yaşıyordu bir süredir. Aniden gelen mide bunaltıları, kalbinin yerinden fırlayacakmış gibi çarpması, birşeylerden, biryerlerden kaçıp kurtulma, hayatında olup bitenleri, herşeyin dışına çıkıp, sanki başka biriymiş gibi seyretmeyi… Yok canım, alışık olduğu duygular değildi bunlar. O, işinden evine, evinden işine gelir gider, maaşının yarısını evin ihtiyaçları için annesine verir, hafta sonları Leyla’sını alır gezerdi. Hayalleri yok muydu? Vardı da, böyle şeyler gelmezdi hiç aklına. Son zamanlarda bir haller olmuştu. Nedense kurtulamıyordu bu hislerden. Derinlerinde başka biri vardı sanki. Başka bir ses, başka biri daha vardı içinde: Bir başka deli adam! Sorgulayan, hesap soran, kızan, bağıran, öfkeli… Mutsuz bir adam. O adam hiç durmadan konuşuyordu. Bazen kendini aynanın karşısında öylece dururken buluyor, şaşakalıyordu. Sanki başka bir aleme gidiyordu o zaman diliminde. O adamla oturmuş karşılıklı konuşuyorlardı sanki. Evet şaşırıyordu kendine. Bu yapmak istediği birşey değildi. İkinci bir ses istemiyordu hayatında. En çok yapmak istediği şey, şu anda yaşadığı hayatın dışına çıkmak, derin derin soluk alıp vererek ne olup bittiğine şöyle sağ salim bir kafayla bakmak ve kendini başka bir yerden seyrederken sorunlarının olmadığı bir dünyaya, eski dünyasına geri dönmekti. Yapmak istediği şeyin bu olduğunu biliyor fakat bunu nasıl yapacağını bir türlü kestiremiyordu. Ha birde Leyla’yı istiyordu. Sıcacık nefesini, ıslak güzel dudaklarını, beyaz minik ellerini bedeninde hissetmeyi. İstiyordu…

Önce güzel bir iş bulmalıydı. Evlenmek için para lazımdı, para kazanmak için de iyi ve güvenilir bir iş. Son görüştüğü yerde ayrılırken, “en geç Cuma’ya kadar ararız sizi” demişlerdi. Bugün Cuma’ydı. Bugün aramalarını bekliyordu. Arayacaklardı muhakkak. Cemil Ağabey vardı arada. O kefil olmuştu. Cemil Ağabey, hatrı sayılır biriydi. O bir şeye “ol” dedi mi olurdu yüzde yüz. Eh nasıl olsa arayacaklardı. Sıkılmasına gerek yoktu. Kriz çıkmasaydı, böyle Cemil Ağabey memil ağabey gerekmezdi iş bulması için de piyasa çok kötüydü. İşsiz yedinci ayı devirmiş sekize giriyordu. Biriktirdiği paralar da erimeye başlamıştı. Bir iş bulsa, sonrası Allah kerimdi. İki gönül bir olunca samanlık seyran olmuyor muydu nasılsa? Ah bu iş meselesi yok mu? Nasıl da canını sıkıyordu. Tüm düzeni alt üst olmuştu. Altı, yedi aydır çalmadık kapı bırakmamıştı. Eş, dost, ahbap danışmadığı, durumunu anlatmadığı kimse kalmamıştı kalmasına da bir türlü şansı yaver gitmemişti işte. Yiğitliğe bok sürdürmeyip asli kıta komutanları gibi herkesin avukatlığına soyunmasa işsiz kalmayacaktı ya, bazen kadere inanmak gerekiyordu. Tanrı onun bu deneyimi yaşamasını istemese böyle olmazdı değil mi? Hayatta yaşanılan ne varsa insana tecrübe olarak geri dönüyordu; dönecekti. Belki de gelecekte -muhakkak ki- oturacağı yöneticilik koltuğunda, kararlarını daha isabetli verebilmesi için bu deneyimi yaşaması şarttı. Tok açın halinden anlamazdı. Birgün patron olduğunda kimseyi işten atmamaya yeminliydi artık. İstemeden de olsa, işsiz kaldığı bu yedi aylık süre içerisinde, maddi sıkıntılar dışında değişen bir şey yok gibi görünüyordu hayatında. Belki de sadece öyle görünüyordu. Yedi ay önce hangi insanlarla hangi hayatı paylaşıyorsa şimdi de durumun aynı olduğuna ne kadar kendisini inandırmak istese debunun böyle olmadığını, yaşamındaki pek çok şeyin topyekün değiştiğini ve hiçbir zaman eski konumuna dönemeyeceğini hissediyordu. 

Teknik liseyi bitirir bitirmez -şaka maka 8 sene olmuştu- önce stajyer, askerden sonra da kadrolu olarak girdiği ve neredeyse evi gibi benimsediği iş yerinden atılmasıyla başlamıştı bu değişim. İlk iki üç ay, her şey yolunda gitmişti. Ne annesi, ne sevgilisi, ne de çevresinde bulunanlardan hiç kimse, normalin dışında davranmamıştı. Hatta annesi “İyi ya, liseyi bitirir bitirmez çalışmaya başladın, tatil yüzü görmedin, dinlenirsin işte bir iki ay” demiş, bunun üstüne, Datça’ya bir askerlik arkadaşının yanına tatile gitmiş, biraz kafa dinlenmişti… Ancak şimdi -nedeni ve niçinini düşünmek bile istememesine rağmen ki düşünmeden edemiyordu- tüm bunları diyen ve oğlunun içini rahatlamaya çalışan o tatlı, sevecen, anlıyışlı kadın yoktu evde. Vay efendim, “tembelliğe iyice alışmışmış, iş beğenmiyormuş, evde bütün gün karı gibi pinekleyip duruyormuş, aylardır evde olduğu halde bir işin uçundan tutmayı akıl edemiyormuş, bari günlerdir şıp şıp diye damlayıp insanın sinirlerini bozan şu çeşmeyi tamir ediverseymiş” falan filan. Anne zırvalıkları işte! Fakat son olayda, iyice zıvanadan çıkmıştı. Komşu kadınların; o dedikodu müptelası komşu kadınların içinde, üstelik aralarında Leyla’nın teyzesi de olmasına rağmen nasıl madara etmişti “Gel kızım gel, çekinme, sende katıl muhabbete. Şurda laflıyoruz kız kıza hepimiz” diyerek. Herkes, o erkek düşmanı yaşlı cadıların tümü kahkahalarla gülmüştü haline. Bir elinde çay bardağı, bir elinde komşu kadınların daha da semirmesi için özel olarak hazırlanmış börek ve keklerden birer parça koyduğu tabak ile kalakalmıştı mutfak kapısında. İçine oturmuştu resmen. O anda, o dakika evdeki bütün o dedikoducu kadın müsvettelerinikapının önüne koyduğu gibi erkek nasıl olurmuş göstermeyi bilirdi ya kıyamamıştı işte güzeller güzeli anacığına. Boş bulunup öyle bir şey yapsa, dedikodu çarkı dönmeye başlardı iki dakikaya kalmaz. Önce oturdukları apartmanda, sonra da mahallede: “Hayırsız evlat, işsiz güçsüz serseri, bir de utanmadan annesine eziyet ediyor” diye. Biliyordu canım başına gelecekleri! Leyla’nın teyzesi, hiç beklemeden yetiştirirdi olanı biteniLeyla’nın sevgili annesine. Kadın takmıştı bir kere kafayı ona. Gözlerini dört açmış, kızını ayırmak için bir hatasını kolluyordu. Ah şu iş meselesi çıkmasaydı ne güzel evleneceklerdi. Öyle bir düğün yapacaktı ki herkesin ağzı bir karış açık kalacaktı. Kuş sütü eksik olmayacaktı. Biricik Leyla’sı beyaz gelinlikler içinde nikah masasına doğru süzüm süzüm süzülürken… Ah ahhhh, nereden çıkmıştı şu iş meselesi! Ama o da insandı, onun da canı vardı değil mi? Demliği eteşe koydu. Dolaptan bir parça beyaz peynir aldı, ağzına attı.  Oysa beklemişti. Efendi gibi, annesini seven sayan bir evlat gibi beklemesini bilmişti. Komşuların hepsi gittikten sonra, gayet kibar bir dille sormuştu annesine davranışının nedenini, niçinini.Yani niçin öyle üvey evlat muamelesi yapıp, herkesin içinde aşağılayarak konuşmuştu ki? Yani, ne zoru vardı onunla? Aylardır çektiklerini görmüyor muydu? Daha cümlesini bitirmeden, neredeyse konuşmasına fırsat vermeden bağırıp çağırmaya başlamıştı kadın. Hani duyan da yıllarca evi geçindiren, bir dediğini iki etmeyen kendisi değilmiş de komşunun çocuğuymuş sanırdı. Su kaynamıştı. Çayı demledi. Çok darılmıştı annesine; çok. Yine de kalbini kırmadan konuşmaya, böyle davranmaması gerektiğine ikna etmeye çalışmıştı. Hedemeseydi eğer “Nah verirler Leyla’yı senin gibi çulsuza, karı kılıklıya” el kaldırmazdı asla sevgili anneciğine… tühlenmek faydasızdı, olmuştu bir kere çıkıvermişti zıvanadan. Bir bardak çay koydu. El kırılıverseydi de yapmasaydı. Olmuştu işte. Annesi evden dayısına kaçmıştı. Peşinden gitmişti gitmesine de, dayısı dövmekten beter etmişti. Ertesi gün, sıkıntıdan fenalaşan annesini hastaneye kaldırmışlardı. Dayısı, hastanenin kapısından çevirmişti gerisin geriye. Annesi değil onu görmek, sesini işitmek istemiyordu. Bardaktaki çayın bittiğini farketti. Mutfağa gidip bir bardak çay daha koydu. Bir sigara daha yaktı. Dayısı da tasvip etmiyordu yaptığını ama annesine göre anlayışlı sayılırdı. Üzüntüsünü ve pişmanlığını görünce dayanamamış“siniri yatışınca ben onunla konuşurum. Biricik evladını affetmeyecek de kimi affedecek, siz etle tırnak gibisiniz” demişti. Ya doktorlar ne demişti acaba annesi için? Annesi evden gideli üç gün olmuştu. Dayısından hala bir ses yoktu.

Çayla sigara içini fena bayıltmıştı. Mutfağa gitti. Elma, portakal, armut… ne kadar meyva varsa aldı dolaptan. Televizyonun karşısına geçti. Daha rahat olsun diye tabağı kucağına koydu. Annesi evde olsaydı “Ne o, tabağı sokmuşsun yine apış arana, nimete günah günah” diyerek zılgıtı basardı kesin. Annesi evde yoktu. Dayısı, hala aramamıştı. Ne demişti acaba doktorlar. İçi sıkılıyordu. Saat beşe geliyordu. Televizyonda bir belgesel vardı. Afrika’daki bataklıklarda yaşam savaşı veren hayvanları anlatıyordu. Elmaların kabuklarını özenle soydu. Önce soyduğu kabukları yedi. Çocukluğundan beri hep böyle yapardı. Babası, çok kızardı elmanın kabuğunun soyulmasına. “Vitamini kabuğunda onun. Hepsini çöpe atıyorsun” derdi. Ne güzeldi o günler. Evde bereket vardı. O zamanlardanalışkanlık edinmişti. Ağzına attığı her kabuk, sanki o günlerin tadını geri getiriyordu. Tek başına evi geçindiren olmak, babası da tekti. İşten yorgun argın geldiğinde, banyo faslından sonra kendini divana bırakırken çıkardığı of sesi. O of sesinde olmalıydı tüm günün yorgunluğu. Eve varınca, çoluk çocuk hanım derken o oftaki ağırlık da hafifliyor olmalıydı. Babasının ne çok zorlandığını şimdilerde daha iyi anlıyordu. Leyla, diye düşündü, Leyla ile bizim de bebelerimiz olacak. Bir kız bir erkek. Hayali bile içini ısıtıyordu. Gözleri dolu dolu olmuştu. 

Vitaminli kabuk kısmını yedikten sonra keyifli bölüme geçti. Bazı zamanlarda kaptırıp portakalların kabuklarını da kemirdiği olurdu. Ne gülerdi annesi bu haline. “Tabağı yiyeceksin, benim aç gözlü oğlum” der güldürürdü onu. Bütün gün çalmamıştı lanet olası telefon. Beklememeye, unutmaya çalışıyordu çalışmasına da aklı telefondaydı. Ne işten, ne Leyla’dan, ne de dayısından ses seda çıkmıştı. Saate baktı. Meret geçmek bilmiyordu. Belgeselde, sıra bataklıkta yaşayan balıklara gelmişti. Spiker, suların çekilmeye başladığını hisseden balıkların içgüdüsel olarak sudan kaçtıklarını anlatıyordu. Balıklar bile hissediyorlardı demek ki, bir süre sonra nasıl olsa yaşayamayacakları bir yerde daha fazla durmanın gereksizliğini. Bu tehlikeyi farketmeyen balıklar da vardı. Sular tamamen çekildiğinde, bataklıkta yaşamaya devam edenler ölüyordu. Kendilerine yeni yaşam alanları yaratmayı ya da değişen, değişebilecek durumlara karşı adaptasyonu beceremeyenler yok olup gidiyordu. Kaderlerine razı olan insanlar gibiydi sonlarıbunların da. Zamanında ortamı terk etmeyi bilen akıllı balıklar kadar beyni yoktu; balık kadar olamamıştı. Ne işten, ne Leyla’dan, ne de dayısından ses çıkmıştı. Balıklar sudan kaçıyorlardı. Sudan kaçıp ağaçlara zıplıyorlar, kendilerini başka bir yaşamın kollarına bırakıyorlardı. Doğa da onların yüzünü kara çıkarmıyordu. İçlerinde depoladıkları oksijeni olağanüstü bir şekilde kullanarak karada da yaşamalarına izin veriyordu. Çalmıyordu mübarek telefon. İnadı tutmuştu bir kere: Çalmıyordu! Meyva tabağına baktı. Portakalların kabuklarını kemirmişti yine. Kendi kendine güldü. Ne işten, ne Leyla’dan, ne de dayısından ses seda çıkmıştı. Saate baktı. Neredeyse yediye geliyordu. Leyla bu saatten sonra öldür Allah arayamazdı. Babası yedi demeden şıp diye damlardı eve çünkü. Bir daha da aramayacağını anlatıyordu bu sessizlik belki. Telefon beklediği iş yeri de çoktan kepenklerini kapamıştı. Dayısından da…

 

Mutfağa gitti. Tabakta kalan artıkları çöpe döktü. Tabağı ve bıçağı yıkadı. Güvercinler pencerenin oralarda ıslak ekmek aranıyorlardı. Annesi ekmek atmayı sevmez, ıslatıp güvercinlere verirdi. Annesi evde değildi. Güvercinler aç kalmıştı. Dörtlü ocağın başına geçti. Kırk yıllık emektar fırınları iyice eskiyip tamir edilecek yeri kalmayınca, iki sene evvel almıştı bu ocağı annesine: Anneler Günü hediyesi. Ocağın düğmelerini sonuna kadar açtı. Televizyonun sesi mutfaktan duyuluyordu duyulmasına da küçük bir televizyon fena olmazdı hani mutfağa diye geçirdi içinden. Salona döndü. Televizyona baktı. Balıklardan, bataklık yengeçlerini anlatmaya geçmişti spiker. Yengeçler her zamanki komik yürüyüşleriyle, hem yeni bir dünyaya doğru “var mı bana yan bakan” dercesine meydan okuyan bir tavırla yan yan yürüyerek, hem de bataklık kuşlarına leziz bir ziyafet olmaktan korunmaya çalışarak yan yan yürüyerek; ancak herşeye rağmen, ne olursa olsun yürümekten vazgeçmeyerek kendilerine sığınacak bir yer arıyorlardı. Yatak odasına geçti. Yorganın içine girdi…

@aurelien.dhoyer

About Vildan Çetin

instagram: _vildancetin_ beynelhayat velmemat... writer; published 2 books from sacred life trilogy: the origin, the voice. trtcocuk cartoon serial ciciki's script&jingle, tik&tak cartoon series, neşeliçocuklar youtube, advertiser, brand strategist, content developer, youtuber, documentary
Bu yazı taze diş macunu içinde yayınlandı. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

Yorum bırakın