Hillsider Dergisinin 87. sayısı için yazdım keyifle okumanız dileğiyle..
DUVARA YAZILAN ŞİİRLER!
Yazarak hayatını kazanan birinin, uzun ve meşakkatli bir yazı gecesinden sonra bakkala gitmek için evden çıktığında penceresinin üstündeki duvarda ‘Sen kitap yaz, ben okurum’ cümlesini görmesi ile izlendiğini fark etmesi… Ve ardından, bunu kim yazdı acaba sorusu ile başlayan duvar yazılarını okuma sevdası, kimbilir kaçınızda farklı şekillerde ortaya çıkmıştır. Nasıl oldu da seni yazarken gördüler ve bunu yazdılar diyenler için hemen bir not düşeyim: Evim bahçe katında ve kalın perdeleri çekmedikçe yoldan içerisi görünebiliyor. Tek seferlik görme yetmez tabii ki bunu yazabilmek için, çok sık geçen biri olmalı. Belki de bir yerde karşılaştığım… Belki de beni tanıyan ve yazılarımı okuyan: Biri! Kimse artık o biri…
Bu olayın ardından, daha önce pek de dikkatimi çekmeyen duvar yazılarını daha bir hevesle okumaya başladım. Hayranı olduğum yönetmen Tarkovski’den, diğer bir arzu ismim; 19. yüzyılın önde gelen denemeci, eleştirmen ve göstergebilimin babası Barthes’a kadar pek çok sanatçıyı etkileyen ve ürünler verdiren Haiku sanatına zamanında fena sarmış biri olarak bu kaçınılmazdı belki de. Tıpkı mırra kahvesi gibi kaynatıla kaynatıla özü çıkarılmış, lezzetini sadece tadını çıkarmayı bilenin anladığı, üstünde uzun uzun düşünülmüş: Kısa, sade, öz ve derin! Bir dakika canım; Haiku da ne diyeniniz varsa kısaca şöyle açıklayayım: Pek kısa dizelerden oluşan lakin pek etkili anlamlar içeren Japon şiir sanatına Haiku adı verilir. Bir örnek alalım derseniz de zamanında ‘Ne’ adlı bir Hauki kitabı çıkaran Oruç Aruoba’dan bir örnek vermek isterim:
Küçük dere
Deniz’e ulaşınca
Şaşırır işte…
Şimdi diyeceksiniz ki Allahaşkına
‘Yeter ki,
sen çay koy
ben içerim!’
cinsi duvar yazılarının neresi: Kısa, sade, öz ve ‘evet az kelimeli lakin’ derin? Neresi, pek düşünülmüş ve pek etkili! Neresi, hecesel bir dil olan Japoncadaki gibi belirgin adımlarla Zen bahçelerinde yürürken yolunu kaybedip de bulmuş gibi şuur sahibi: Hauki ile ne alakası var konumuzun? Tek kelime ile açıklayayım: Müzikalite. İkinci kelimem: Basitlik. Üçüncüsü: İçtenlik. Dördüncüsünü: Siz bulun!
Bambu yaprağı Tanzaku üzerine yazılan veya resmedilen Haiku, çalgı eşliğinde okunduğunda dinleyende bir aydınlanma ‘Satori’, içsel bir yolculuk yaratır, der bilenler. Ritminin de, uyarırken yatıştırmaya yönelttiği söylenir. Böylece ruh ile beden arasındaki ayrılık yakınlaşmaya geçer de derler. Uygulama şansım olmadığı için, sadece ‘öyle diyoğlaa’ çerçevesindeki okumalarımdan oluşan sığ bir bilgi verebiliyorum. Bu sığlık karşılaştırma yapmama engel değil ama!
Hauki şiiri, Zen bahçelerinin sade ve sessiz gösterişi içinde ferahlığı ile bizi içine çekip hayattan soyutlarken, duvar şiirleri/yazıları şehrin karmaşası, ritmi ve kalabalığı ortasında öylecene kalakalmış, eciş bücüş kir pas içinde duvarlardan ve hatta lağım borularının üstünden, duruma göre neşeli veya asık suratlı, ıslak bir dil darbesiyle hayatımıza müdahale eder. Belki satori anına ulaşılacak kadar ferah bir aralık açmaz zamanda ama, öyle bir yerinden nüfuz eder ki içimize, o an ihtiyacımız olanı biliyormuş gibi bizi andan koparıp, hayata başka bir hattan tutunmamızı sağlar. Şehir yaşamında, mekanın sadeliği veya ferahlığından çok hislerimizin algılanıyor oluşu bizi, içsel yolculuğumuza çıkarmak için körükleyen mekanizmayı harekete geçirir. Oluşturulmuş, yani bir hedefe yönelik suni olarak düzenlenmiş mekanlar burjuva kafasının zihinlerimizi bulanıklaştırmak için yarattığı bir ilüzyondur: Dingin kafa her yerde dinginliğe nasıl ulaşacağını bilir zira.
Meseleyi kendi açımdan yazmaya devam edersem: Bazen ünlü bir şair veya yazardan yapılan bir alıntının, bazen de özgün bir kaç cümlenin, yolda yürürken zihnimi meşgul eden onca karmaşık şey arasında, dan diye ortaya çıkarak, tıpkı bir kağıdı ortasından ikiye ayırıyormuşcasına, dikkatim gibi efkarımı da dağıttığı çok olmuştur. Kararsız kaldığınız bir konuda, evrenin efendisinden bir işaret istediğiniz zamanlar olmuştur sizin de! Belki de, o çok görmek istediğinizi, ya onu görürsem diye zihin aynanızda heyecanla anarken, sadece onun ve sizin bilebileceğiniz bir anın şiirini duvarda görmek… Ve belki de fal tutmak duvar yazıları aracılığı ile… Alıntı ya da değil, duvara kırık dökük kelimelerle derdini döken ve kendini insanlara, kelimelerini hisse bağlı kullanıma açan şair ile Zen bahçesinde yürürken Hauki yazan arasında ne fark var? Biraz da kendimizi beğenelim bence. “Haiku”, bu boşlukta bir denge tesis etme girişiminden başka bir şey değilse, duvar şiirleri/yazıları da hayatın hiçliğinde yok olmamızı engelleyen cankurtaran simitleridir, diyebiliriz.
#ŞiirSokakta hashtag’i ile duvarları donatan yazarımız bir şiirinde diyor ki,
‘Oluruna bırak
Olmazsa tekrar bırakırsın’
#ŞiirSokakta, başka bir duvara da:
Salıncaktan düşen
bir çocuk
Hiç küser mi parka
Yazmış. Bence haklı. İnsan doyduğu yer gibi, düştüğü yere de geri gelendir: Kendi kendinin katilidir çoğu zaman ve belki de insan dediğin, yenilmelere doyamayandır. Boşuna dememiş atalarımız ‘Yenik pehlivan güreşe doymaz!’ İşte o pehlivanlar artık dertlerini esprili bir dille anlatmayı öğrendiler sanırım.
Ben biraz ters adamım,
Siyah atımla gelsem olur mu?
****
Oksijeni bilmem
Ama KOKUN şart
#şiirçatakta
****
Derdim oldun
Haberin yok!
DUVAR MIYIM KARDEŞİM BEN: ETKİLENİYOR İŞTE İNSAN!
Duman grubundan Kaan Tangöze’nin çok sevdiğim bir şarkısı var. Şarkının nakaratındaki sözler şöyle:
Bekle dedi, gitti
Ben beklemedim
O da gelmedi
Ölüm gibi bir şey oldu
Ama kimse ölmedi
Özdemir Asaf’ın Çizik şiirinden bestelemişler sağ olsunlar. Bir gün yine, okyanus gibi inip çıkarken hayat midemdeki bir kelebeğin kanadında, yani demem o ki gayet hassas bir durumdayım, ha düştüm düşeceğim yarıştan, bir duvarda bu nakaratı gördüm. Mucize gibi bir uyanıştı. İşte o anlık ayma hali ile kendi kendime dedim ki, ah evet, ölüm gibi bir şey oldu ama kimse ölmedi, demek ki hayat her şeye rağmen devam ediyor. Şimdi eve gideyim de, şöyle güzel ve tabii ki organik bir çay demleyip içeyim: Soluklanayım. Sonra, hayatta dalgalanmaya nasılsa devam…
Böyle anlarda dileyen kahve de içebilir ama İstanbul’un hemen hemen her duvarına imzasını çakmış #ŞiirSokakta’nın çayla yakın bir teması olmalı. Çay markası müşterim olsa, tıpkı bir sakız markasının yaptığı gibi, gider bulur-alır- verir hemhal olur, çaylı duvar şiirlerini paketlerime serpiştirirdim.
‘oldu oldu
olmadı
çay içeriz’
yazsa mesela evdeki çay paketinde: Fena mı?!
‘Açık çay içerdi hep,
demli olunca bardağın diğer tarafından beni göremezmiş,
öyle derdi’
diyor, Cemal Süreya. Onu da duvara yazmışlar. Okudum geçenlerde. Gülümsedim kendi kendime. Çayla gülümsemenin bir bağlantısı var mıdır acaba? Şairler gibi şiirler de karamsar değildir daima. Aman efendiler, korkmayınız cânım şiirden.
Gözlerinden öperim canım
En çok da burnundan
Gülme ciddi söylüyorum.
Diyor ya, Ahmed Arif. Onu da bir duvarda okudum.
Sitemse sitem. Şair dediğin, bir duyguyu hallaç pamuğu gibi atıp tutmadan , her bir yerini yöresini yoklamadan, bırakır mı?
Ne ben Sezarım
Ne de sen Brütüssün
Ne ben sana kızarım
Ne de zatın zahmet
Edip bana küssün
Artık seninle biz
‘Düşman’ bile değiliz.
Yazmış, yücelerin yücesi Nazım Hikmet. Haklı da! Düşmanlık payesini bile hak edene vermek lazım değil mi?
Bir de okur okumaz, şiirin tümünü okuma isteği yaratanlar var, duvarda durup dururken!
Benim gibi sonsuz bir at,
Hiç koşmuyorken de bir attır
Ah Muhsin Ünlü
****
Ben sana güzel şeyler duymak istiyorum demedim ki.
Sesini duymak istiyorum, o kadar
Tomris Uyar
****
Sonra karanfil elden ele
Edip Cansever
******
Ölüm değil ise bizi ayıran
Yazık olmuş
Oğuz Atay
*****
Ah karamela şekerim
Aşk tatlı da insanlar berbat
Haydar Ergülen
En güzeli de, şehrin alakasız bir duvarında, çok eski bir arkadaşınızın şiirine rastlayıp da sanki ona rastlamışsınız gibi sevinmek.
Herkes vapura bindi
Ben martılarla geldim
Serdar Seren